10 Ağustos 2013 Cumartesi

Düşlerimin Toprağı

     Doğru insan... Temiz yazı... Gülümseten kader... Son durak... Yollarına bakılan... Beklenmedik kadar güzel... Eş ruh... Eş zaman...

     Doğmamış bebeğini kucağına almanın özlemiyle geçerken günler, onu hayat dolu, sevgi dolu satırlarla karşılamayı ve aynı satırlarla ona ömür boyu nefes olmayı, umut olmayı, ışık olmayı dileyen bir anne adayı misali yüklü, bitkin, kaygılı, sabırsız ve bir o kadar ferah, güçlü, inançlı, dayanıklıyım sana doğru yol alırken... Varlığına senden sebep duacı olunan benzer bir ruhun aşktan can alıp yine aşkla can verdiği bir bedendesin çoktandır biliyorum ama seni doğmamış bir bebeği bekler gibi bekliyorum; biliyorum çünkü her insan bulduğunda diğer yarısını yeniden doğar, yeniden can bulur hiç yaşamamış öncesinde ya da yarım kalmış, eksik bırakılmış ve varsa tüm yanlışları temize çekilecekmiş gibi... 

     Sen elimdeki bütün kitapları biriktirdiğim dev kütüphanemin en tepesinde, kapağının açılmasını bekleyen görkemli son cilt gibi tüm albeninle göz kırparken bana, defalarca okumaktan kendimi alamadığım halde bana bir arpa boyu yol aldırmayan, bir defa okuduğum halde yoluma-yolculuğuma ezber bilip elimde-göğsümde fener gibi tuttuğum, sayfalarını çevirdikçe büyüdüğüm-çoğaldığım, her yeni sayfasında adeta küçüldüğüm-yok olduğum, güldüğüm, ağladığım, hayal kırıklığı ile yarıda bıraktığım, ön sözüne-son sözüne bakıp okumaya tenezzül dahi etmediğim saman kağıdından sarı sayfalarımı düşünüyorum bu aralar çokça... Aralarında dolaşıyorum rafların; sanki uzak, kutsal, görünmeyen, iyi huylu bir değnek sağlı-sollu seri manevralar ya da yukarı-aşağı tembel süzülüşler dahilinde yönlendiriyor algımı... Şikayet etmiyorum; "Neden şimdi?" ve "Neden oraya?" şeklinde sorgulamadan, "Vardır bir hayır!" diyerek ve biraz da içime çekerek varacağım aydınlığın belli belirsiz fakat tertemiz kokusunu, ne kronolojik bir sıralama ile hareket ediyorum  ne de bir daha çok dokunanlar, daha çok acıtanlar listesi var elimde takip ettiğim... 

     Daldan dala konuyor hafızamın ajan kuşları... Biri herkese nasip olmayan türden çocukluğumun berrak, kaygısız, biraz yaramaz ama doyasıya neşeli masallarına konuyor eski(meyen) fotoğraflara baktıkça, bir diğeri didaktik yalancı beyaz atlılar serisinin üstünde kanat çırpıyor kulağıma çalınan dilime dolanan cızırtılı bestelerin fazlaca manidar güftelerinde... Biri köklerinden birbirine bağlı, koşulsuz-sonsuz sevginin tarifi başı dik dört ağacın birlikte biriktirdikleri hatıralar koleksiyonuna kaptırıyor gagasını şükretmeyi gerektiren her yeni tecrübemde ve bir diğeri o ailenin en ulu, en bilge, en eski ağacından yadigar kitaba gömüyor başını gölgesine ve serinliğine duyduğum bitimsiz bir özlemle... Birkaçı, tereddüt etmeden başımı dayadığım, sebebini sormadan elimi uzattığım ve beni hiç yanıltmayan, hiç yaralamayan dostlarımı-dostluklarımı özetleyen anekdotların arasında gezinirken her yeni adımda daha sağlam basayım diye zemine, bir kısmı, nasıl kalem tuttuğumu, nasıl okuduğumu, ucu bucağı görünmeyen öğrenmenin eşiğinde nasıl yoğrulduğumu ve bazı öğretici kimlikleri neden unutmadığımı unutmak istemediğimi fısıldıyor satır satır okul başlıklı diziden... Bir kara kaplı cilt var atlamak istediği kuşlardan en ürkek olanın; giriş bölümü gümüş yaldızlı bir gelin tacı adeta, aldatıyor; okudukça başımı ağrıtan, sağlıklı düşünmemi engelleyecek derecede hırpalayan tüm beyin hücrelerimi, kalbim hızla atarken varlığımı garip bir şekilde kim olduğunu unutmuş-yaşayan bir ölüye dönüştüren kötü bir büyünün tarifi yine kötü sonla biten... Öğretmenin, örnek olması gerekenin el kitabı var bir tanesinin her an tepesinde cıvıldadığı; hiç çıkmıyor aklımdan, her anımda; ve hatta ekmek almaya giderken üzerime geçirdiğim kıyafetlerimde bile ağırlığını hissettiğim ama taşımaktan gurur duyduğum kimliğimin detaylarını işliyor her zerreme... Yaradanla konuştuğum, benim inancımın kitabı var bembeyaz ve bembeyaz bir kuş yanı başında; tam kalbimde hissettiğim ve zihnimde anlam bulan, öylesine benden, öylesine herkesten, fakat öylesine eşsiz ki... Olası isyanlarıma vurduğum kelepçem, nefsimin anahtarı, vicdanımın sesi, kötülüğe vurduğum kilit ve başımı yastığıma koyar koymaz daldığım huzur dolu uykularımın kapısını barındıran; başucu parçam adeta... Ve son olarak zaman-mekan-karakter boyutlarından ayrı tuttuğum, kavram olarak üzerinde en çok durduğum, yüzlerce tarifi olan ama hiç bir tarifinin yaşanmışlıklarla tam olarak eşleşmediğini düşündüğüm, her dağın sisi gibi kendine özgü ve hayatın kaynağı olduğuna inandığım aşkın kitabı var başı kalabalık... 

     Sana uzanmaya korkuyorum... Seni okur da yanlış anlarım diye korkuyorum... Kim olduğunu, bana neler katacağını, satırlarının, paragraflarının, sayfalarının benim sesimden nasıl duyulacağını delice merak ederken tutuyorum kendimi var gücümle... Beklerken kendime dönüyorum kaybolmamak için bir defa daha; kendi raflarımda geziniyorum işte... Ben gibi gelebilmek için sana, toplayacağın rengarenk taşların yüzeyinde parladığı saf suların, tırmandıkça yoracak ama asılacağın sarp kayalıkların, çocuklar gibi koşuşturabileceğin uçsuz bucaksız düzlüklerin, aşağı indikçe yukarıda bıraktığın aklından gizlenebileceğin vadilerin bir haritasını çıkarmalıyım benliğimde... O haritayı senin ellerine teslim ederken kendi dünyamın tüm canlılarını da bir o kadar gönül rahatlığıyla salıvermeliyim senin coğrafyana... Biliyorum çünkü seni okumaya başladığımda unutacağım o kitabı kendi kütüphanemin en üst rafından aldığımı; okuduklarım tanıdık gelecek, kendimi okuyormuş gibi şaşıracağım, en yakındaki aynaya bakacağım ve belki o kitabı tutan senin siluetin olacak, sesim senin sesine dönüşecek okurken, kitapların sayısı artacak, raflar yükselecek, kitaplık büyüyecek... Kim sendi, ben kimdim, o sayfalar hangimize ait algılamaya çalışırken BİZ gibi sarhoş olmuşum... 
  
     Bir rüya gördüm aylar önce... Öyle bir zamanlaması vardı ki bu rüyanın "Gerçekten bir anlamı olmalı" diye düşündüm, "Her şeyin bir anlamı olmamalı, deli kız!" diye sayıklayıp ikna etmeye çalışırken kendimi biraz ucundan vurdumduymazlığa... Yemyeşil bir köy... Dağın içinde... Ağaçlardan evlerin çatıları dahi görünmüyor uzaktan baktığında... Hava temiz, gökyüzü masmavi... Hafif serin bir esinti, dinç tutan türden... Hayat kokuyor buram buram... Tahta bir ev, iki katlı; üst katta çıkma balkon... Sözde ninem oturuyor balkonda ama kendisi yaşını başını almış nur dolu ünlü bir sima... Eşarplı, huysuz ama sevecen... Üstümde pembe çiçekli basma bir elbise, diz boyu. Saçlarım uzamış iyice, irice dalgalı... "Ben biraz yürüyeceğim köyde" diyorum nineme. Homurdanıyor; anlamadan çıkıyorum bahçe kapısından. Asfalt yok, toprak yol. Uzun süre yürüyorum yeşillikler arasından. Uzaklaşmadan geri dönmeye karar veriyorum vakit nasıl geçmiş anlamayınca. Geri dönüş yolunda eve, geçtiğim bahçelerdeki güllere takılıyor gözlerim. Bahçelerinden taşmış, sokağa ulaşmış pembe güller, kocaman... Kıyamıyorum ama koparıyorum yapraklarını avuç avuç. Başımdan aşağı döküyorum hepsini. Kokularını içime çekiyorum. Yürümeye devam ediyorum. Bir ara gözüm arkama takılıyor: bir adam, sakalından sebep orta yaşlı, lakin bir o kadar genç saç sakal simsiyah çünkü... Gıcır gıcır yine siyah ama bir eski zaman bisikleti altında, yavaş yavaş pedal çeviriyor. İyi bir insan mı kötü bir insan mı anlayamıyorum; huzursuzum çünkü bakışlarında bir derinlik ve keskinlik aynı anda... Biraz ürküyorum. Hızlı adımlarla evin bahçesine atıyorum kendimi ki ninem giriyor devreye: "Sen öyle bakmasaydın, öyle bakmazdı o da" diyerek... Kızıyorum eski kafalılığına. Kafamı bahçe kapısından dışarı doğru uzatıyorum orada mı değil mi diye; benim gibi onlarca genç kadın, aynı saç aynı elbise, dans eden ve başlarından aşağı gül yaprakları döken... Köşede durmuş izliyor karalar içindeki kararlı adam... En sevdiğim şarkıları duyuyorum hayal meyal arka fonda... Gülümsüyor ve uyanıyorum...

     Tekamülün rüyasıydı bu... Şu anki bedenimde gizlenen belki de asırlık ruhun tekamülü... Tekamül ettirecek eş ruhun gelişi; duruşundaki olgunluk, bakışlarındaki çocukluk; bendeki tereddüt, korku, acabalar... Onlarca ben... Evlat olan, kardeş olan, sevgili olan, arkadaş olan, öğretmen olan, aşık olan, kızan, söven, pes ediverecek gibi duran, vazgeçmeyen, şımarık, aklı başında... Aralarında kaybolduğum kimliklerim, zaman içinde yitirdiğimi ya da zayıfladığını düşündüğüm yönlerim, ama her birinde aynı isimle ben... Onlarca beni, hepsini bütünleyecek o insan.. Kim bilir, onun gözünden bakıldığında belki de onlarca kadın, aynı türden, aynı maskeler, aynılık; bende topladığı beklentiler... Pembe güzeldir... Şarkılar güzeldir... Güller de güzeldir... 

     Masallar gerçek olsun, rüyalar gerçek olsun istiyorsa kendini dinlemeli insan. Zaferlerini, yenilgilerini tartmalı, onunla doğan fakat başkalarıyla yosun tutan özünü çıkarmalı meydana parlata parlata benliğini. Yarım kalan ne kadar yolu varsa tamamlamalı. Aklında hiç bir soru işareti olmadan, karanlık hiçbir köşesi kalmadan yakmalı içindeki ışıkları. Öyle beklemeli en güzel sonu getireceğine inandığı üç noktasını...

     Bilmediğimiz bir alemde eşleştirilen ruhlarımızın yeryüzünde karşılaşması alelade olmayacaktır. Şimdi bildik, şimdi alışılmış, şimdi sıradan bir hikayeye tokuz ikimiz de eminim. Üç doğrunun kesiştiği noktayı beklemek, beklerken tüm ağırlıklarımızdan kurtulmak, inanmak ve gerisini başucu kitabının yazarına bırakmak en güzeli. Yürüdüğün yolu bilmek fakat hangi köşe başında çıkacak karşına seni bir özge can gibi taşıyacak adına yakışır yürek, kestirememek... Orada olduğunu bilmek fakat adında yankılanan cesaretini tetikleyecek o farklılıkla ne zaman göz göze geleceğini tahmin edememek... En güzeli... Değil mi?
Deli Kız